Para Biriktirmek İçin Beş İpucu

Yıllar içinde daha sade yaşamaya başladıkça, borçlarımın azalarak yok olduğunu ve çok kolay bir şekilde para biriktirebildiğimi fark ettim. Asıl amacım para biriktirmek değildi ama, biriken parayla gerçekten istediklerimi yapabilmek (bkz. seyahat, yaratıcı yazma kursu, dolmakalemler 🙂 ) ya da yalnızca kenarda param olduğunu bilmenin verdiği özgürlüğü tatmak gerçekten güzel. Aslında hiç de zor olmayan birkaç değişiklikle çok az para kazanan biri bile rahatça para biriktirebilir. Bu maddelerden birkaçını uygulasanız bile her ay birkaç yüz lira biriktirebilirsiniz. En önemlisi de, para harcamadıkça hissedilen özgürlük.

1) Mümkün olduğunca evde yap, evde ye, ya da evden getir. 

RpgvvtYAQeqAIs1knERU_vegetables

Zaten sağlıklı beslenmeye çalışıyorsanız dışarıda yemek yemenin işleri ne kadar bozduğunun farkındasınızdır. Ayda bir-iki kere arkadaşlarla buluşup yemek yenebilir, ya da tatile gidildiğinde mecburen dışarıda yenir ama böyle durumlar dışında, evde yemek her zaman hem daha sağlıklı hem de daha hesaplı oluyor. Eğer dışarıda yemeyi çok seven bir arkadaş grubunuz varsa açık açık para biriktirmeye çalıştığınızı söyleyip onlarla yemek sonrası buluşabilirsiniz.

Tabii evde yemek derken hazır pizza, donmuş/hazır gıdalar, cipsler baklavalar gibi yiyeceklerden bahsetmiyorum. Gerçek besinlerle hazırlanmış ev yemeği hem hazır yemeklerden daha sağlıklı, hem de daha ucuz oluyor. Eğer evde şimdiye dek pek yemek pişmediyse, tabak çanak, yağ, baharat gibi malzemeleri almak belki başta daha pahalı gibi görünebilir, ama sonunda hem cebiniz hem bedeniniz teşekkür edecek size.

photo-1502747220144-846486e80891

Aynı şekilde iş ve okulda öğle yemeğini de evden getirmek çok kolay bir şekilde ayda en az birkaç yüz lira biriktirmenizi sağlıyor. Hele bir de işyerinizde buzdolabı ve mikrodalga varsa harika. Yoksa da seçenek çok. Salata ve sandviç en kolayı. Dünden kalan zeytinyağlı yemekler olur, tonbalığı olur. Benim en çok tercih ettiğim, akşamdan yoğurtta beklettiğim ya da sıcak suda birkaç dakika yumuşatıp süt eklediğim yulaf ezmesi. İçine muz, fıstık ezmesi, fındık fıstık, tarçın (zencefil/zerdeçal/muskat), elma, armut, aklınıza ne gelirse, mevsimine göre hangi meyve varsa ekleyebilirsiniz. İçini doldurup taşırsanız bile bir kasenin maliyeti iki üç lirayı aşmıyor, doyurucu bir öğün yemiş oluyorsunuz.

İçecekten muazzam bir şekilde tasarruf yapmak için iyi bir su şişesi ve iyi bir termosa yatırım yapmanızı da öneririm. Benim evden çay kahve getirmemin ilk sebebi okuldakinin tadının berbat olmasıydı, ama sonra alışkanlık haline geldi.

2. Yapabiliyorsan satın alma.

Yemek yapmak kadar turşu kurmayı, yoğurt ve konserve yapmayı da çok seviyorum. İlk elden üretimin içine girdiğim için, damak tadıma göre, istediğim malzemelerle hazırlayabiliyorum yiyeceğimi. Ama bunun ikinci avantajı da çok ciddi para tasarrufu sağlıyor olması. Minicik bir kavanoz turşu altı lirayken, altı liraya iki kilo salatalıktan neredeyse tüm senenin turşusu çıkıyor. Lahana, havuç desen sudan ucuz. Yoğurt yapmak da aynı şekilde nereden baksan yarı yarıya kâr ettiriyor.

Bunun dışında çok kolay şeyler de var. Mesela puding yapmayı çok seviyorsanız, iki paket puding parasına bir paket nişasta ve bir paket kakao alabilirsiniz. Bu ikisinden en az altı-yedi kez puding yapabilirsiniz. Buna benzer yüzlerce örnek için internetteki tarif siteleri güzel rehberler. Hiçbir şeyin hazırını almanıza gerek yok.

photo-1507048331197-7d4ac70811cf

Peki bunlar için nereden zaman buluyorsun, dediğinizi duyar gibiyim. Aslında yeterli araştırmayı yaptıktan ve yapılışını bir kere öğrendikten sonra, kavanozlama ve turşu işi gerçekten çok kolay ve hızlı bir iş. Fakat zaten alışveriş merkezleri hayatımdan çıktı çıkalı vaktim epey bol oluyor. Bu da bizi üçüncü ipucuna getiriyor.

3. Alışveriş merkezlerinden (en azından bir süre) veba varmış gibi kaç.

Hiçbir zaman alışveriş bağımlısı olmadım, ama şimdi bile, ne zaman bir alışveriş merkezine girsem, çoğu kez kendimi en az bir şey almış olarak buluyorum. Oraya gittiğinde satın almamak sana suç işlemişsin gibi hissettiriyor. Hiçbir şey almazsan, gidip bir kahve içeyim Starbucks’ta diyor, on lirayı bırakıp geliyorsun. (Bu arada Starbucks’a ( ya da benzeri kahvecilere) bir kere girilmişse, hem en sağlıklı, hem en ucuz seçenek filtre kahve. Bunu da not düşeyim 🙂 )

barkhorn_shopaholic_post

Söz konusu alışverişten kaçmak olunca, en güzeli gözden ırak, gönülden ırak. Bu arada alışveriş seven arkadaşlarla da araya küçücük de olsa mesafe koymakta fayda var. Çünkü öyle bir şey ki alışveriş, sigara alkol gibi. Bağımlıları yeni müritler bulmaya bayılıyor, dikkat etmek lazım.

Bilinçli alışveriş için ipuçlarını bu yazımda bulabilirsiniz.

4. Azalt.

emile-perron-294697-unsplash
İnsanları sev. Eşyaları kullan. Tersi hiçbir zaman işe yaramaz.

Ters mantık gibi gelebilir ama, daha fazla para harcamaktan kaçınmak için azaltmak şart. Evlerimizi doldurdukça, daha çok şeye ihtiyacımız var gibi geliyor. Boşalttığımızda ise görüyoruz ki ihtiyacımız olan çoğu şeye zaten sahibiz.

Para biriktirmeyi kafaya koyduysanız, öncelikle bir süre (belki 3 ay, belki 1 yıl) hiç giysi almayacağınıza dair kendinize söz verin. Sonra da gardırobunuza gidip içinde ne var ne yoksa atın yatağın üstüne. Gerekirse bir gününüzü buna ayırın, ne kadar zengin olduğunuzu fark edin ilk. O kadar çok giysiniz var ki! Fakat tabii bunların bazıları çok giyilmekten eskimiş, bazıları bir hevesle alınıp hiç giyilmemiş. Olsun. İlk önce bunları alabilmiş olduğunuza şükredin. Sonra başlayın temizliğe. İçlerinde hala giyilebilir olanları bağışlayabilir ya da satabilir, giyilemeyecek olanları geri dönüştürebilirsiniz. Ve sonunda göreceksiniz ki, giysilerinizin yarısından fazlası gitmiş olsa bile, hâlâ severek giyebileceğiniz, doya doya eskitebileceğiniz bir dolu parça var dolabınızda. Alışverişe gitmenize hiç gerek yok. (Giysi azaltma için bu yazılara da bir göz atabilirsiniz)

Aynı prosedürü mutfağa da uygulayın. Yıllar önce ekstrem bir yöntem okumuştum. Eğer para biriktirmek istiyorsanız buzdolabı ve erzak dolabınızdaki yiyecekler bitene kadar yeni yiyecek almamayı öneriyordu. Bence gayet mantıklı, hele son yaptığım azaltmada mutfaktan ne çok son kullanma tarihi geçmiş bakliyat attığım düşünülürse. Kısa sürede para biriktirmek için de çok iyi bir yöntem.

5. İkinci el’e şans ver.

Ülkemizde henüz pek yaygınlaşmasa da ben hâlâ ümitliyim. Bir şey almadan önce, internette aynısının ikinci eli var mı diye bakmak yavaş yavaş alışkanlık haline gelmeli bizde. Bu kitap olabilir, çanta olabilir, saat olabilir, kıyafet olabilir. tarz2 gibi sitelerin yaygınlaşmasını canı gönülden diliyorum. Hem cebimiz hem de dünya için. Daha önceki ikinci el ve özgür dönüşüm maceralarım için bu iki yazıya bakabilirsiniz: Yaşasın Özgür Dönüşüm! Yaşasın İkinci El! ve Özgür Dönüşüm ve İkinci El-Singapur.

Son olarak, kendi önceliklerimizden vazgeçerek, aç ve açıkta kalarak para biriktirmenin hiç de doğru olduğunu düşünmüyorum. İnsan bazen de gönlünce para harcamak isteyebilir. Sonuçta belli bir amaç için biriktiriliyor para da. Çok da düşünmemek lazım para üzerine. Zaten borcumuz yoksa ve paranın üzerimizdeki egemenliği gitgide azalıyorsa, harcamak da ayrı bir keyif verebilir zaman zaman. Önemli olan dengeyi sağlayabilmek.

Minimalist Günlük’ün Facebook sayfasına buradan, instagram sayfasına ise buradan ulaşabilirsiniz.

Özgür Dönüşüm ve İkinci El-Singapur

Daha önceki yazılarımdan birinde özgür dönüşüm ve ikinci eli ne çok sevdiğimi anlatmıştım. Ankara’da genelde benim için vermek üzerinden yürüyordu, otuzdan fazla kitabımı, saatlerimi ve sayısız kıyafet vermiştim. Fakat Singapur’a yalnızca bir bavul ile gelince tabii ki insanın bazı ihtiyaçları oluyor. Bu ihtiyaçların bir kısmını ikinci el olarak karşıladık.

Burada acayip bir Facebook dayanışması var. Dayanışma, alım-satım ve özgür dönüşüm ile ilgili bolca facebook grubu bulunuyor (facebook’un iyi yanları da var yani). Burada bir çalışma masası ve bir ayak uzatma taburesini özgür dönüşümden, tabak ve bardak, french press, saç kurutma makinesi, ütü, modem vb aklıma şimdi gelmeyen ıvır zıvırları ikinci el olarak aldık.

IMG_0909

Ama bence en iyi ikinci el deneyimim dün oldu. Ankara’da olduğu gibi burada da çiçek ve bitki yetiştirmek istiyordum ama çiçekçiler çok pahalıydı. Ben de şansımı sahibinden.com benzeri bir ikinci el sitesinde deneyeyim dedim. Oturduğum mahallede bitki yetiştirip uygun fiyatlara satan biri çıktı. Aloe vera, fesleğen ve ispanyol nanesi aldım. İleride de herhangi bir çiçek ya da bitki almak istersem çiçekçilere gitmek yerine o sevimli kadını ziyaret edeceğim. Evi ve apartman koridoru bir sera gibiydi. O bitkileri sevgiyle yetiştirdiği çok belliydi.

Peki Neden İkinci El?

  1. İlk olarak ekolojik açıdan bakmak istiyorum olaya. Alışveriş döngüsü – al, tüket/kullan, çöpe at, tekrar al –gezegenin gerçekten içine etmiş durumda. Kullanılmış eşyalar alarak ilk olarak ürettiğimiz çöpü azaltma, ambalajlamayı neredeyse sıfıra indirme, tüketimimiz üzerine yeniden düşünme imkanı yaratmış oluyoruz. Bu bazen giysi gibi küçük (görünen ama ardında pislik bir endüstri yatan) bir ürün olabiliyor, bazen araba gibi kocaman bir şey.
  2. İkinci el alım-satım ayrıca bireysellikten çıkıp toplumsal bir olma duygusunu yeniden yakalamamıza yardımcı oluyor. Normal çevrenizde tanışmanızın mümkün olmadığı yeni insanlarla tanışıyor, onların duygularını paylaşıyorsunuz. Örneğin Ankara’da buzdolabımı satarken yirmili yaşlarda bir rapçi ile tanışmıştım. Yeni evleniyordu ve benim verdiğim buzdolabı ve ufak tefek başka eşyalar onun evine gitmiş oldu. Önceki yazıda anlattığım saatimi verdiğim bir yüksek lisans öğrencisi de bana çay ısmarlamıştı. Ben o saati yan tarafları yırtık diye uzun zamandır takmıyordum. Fakat o öğrenci sınavlarda kullanmak için bir saate ne kadar ihtiyacı olduğunu, şu sıralar durumu ve vakti de olmadığından alamadığını, yırtığın da onu hiç rahatsız etmediğini söyledi bana, biraz utandım doğrusu. Utancım, o saati severek kullanacak birine daha önce verebilecekken 3 seneden fazla dolabımda tutmamdandı.
  3. Üçüncü sebep de ikinciyle biraz bağlantılı aslında. Paranın bize hükmetmesini azaltabilmek adına ikinci el ve özgür dönüşüm çok önemli. İkinci el, satanlar için hem evdeki eşyaları azaltma imkanı sağlıyor, hem de ek gelir kaynağı. Aynı zamanda belki de üzerinden para kazanmasa evden çıkartamayacağı ihtiyaç fazlası şeyleri elden çıkarmaya yarıyor (kitaplar, dergiler, eski elektronikler bunlara örnek). Özgür Dönüşüm de aynı şekilde, ama daha hızlı işliyor. Bir eşyanızı satmak için daha uzun beklemeniz gerekebilir, ama hem hızlıca elden çıkarmak hem de birilerini mutlu etmek istiyorsanız şehrinizdeki Özgür Dönüşüm gruplarını tavsiye ederim.

Belki bir dahaki sefere bir şey almadan ya da çöpe atmadan önce siz de benim yaptığım gibi öncelikle ikinci el ve özgür dönüşüm sayfalarını kontrol edersiniz. Hem kendinize, hem başkalarına, hem de dünyaya küçük bir iyilik yapmış olursunuz.

Sevgililer Gününde Hediye Almasak?

Tam bir sene önce de böyle bir yazı yazmıştım.

Genel olarak hediye vermek konusunda aslında bir sıkıntım yok aslında. Ama bunun şekillendirilmesi ve Sevgililer Günü, Anneler Günü, Yeni Yıl gibi günlerin zaten sevdiğimiz insanlara hediye almayı bir zorunluluk haline getirmesi çok canımı sıkıyor.

Aşağıdaki fotoğrafta küçük bir matruşka resmi var. İşte benim hediye anlayışım böyle bir şey. Koray ona ikram edilen çikolatayı, üzerindeki resmi beğenirim diye düşünüp, bana getirmiş. İçinde iyi niyetler ve sevgi olan bir hediye benim için paha biçilemez.

unnamed.jpg

Sevdiğiniz kişiye güzel bir yemek yapmak, uzun zamandır almak istediği bir şeye sponsor olmak, ya da sadece zamanınızı vermek… Ve bunları o günüymüş, bu günüymüş hesabı olmadan yapmak… Bence çok daha anlamlı.

I live in a neighbourhood where…

IMG_6726

you can take a meditative walk which makes you feel you’re in a forest,

IMG_6719

IMG_6645 (1)

where you get off the metro to a lovely lakeside garden with pagodas and monkeys and birds and all kinds of gorgeous plants with huge leaves,

IMG_6720.JPG

where it is so safe that bicycle theft is a red alarm,

IMG_6695.JPG

where just about every shade of green continues to amaze you.

This is Jurong, Singapore.

Photos: 1. Palm View Garden, Jurong West

2-3-4. Jurong Lake-Chinese Garden

5. Jurong Lake, near Lakeside

Tour Guide

Continue reading I live in a neighbourhood where…

İkigai ve Minimalizm

Son zamanlarda çok konuşulan bir kitap bu Ikigai. Türkçe çevirisi de yeni çıkmışken ben de hem kitaptan hem de ikigai’den biraz bahsetmek istedim.

9781473554030

Neymiş bu ikigai?

Japonca bir kelime olan ikigai, her gün yataktan kalkmanı sağlayan şey anlamına geliyor. Yani bir anlamda yaşama amacın, ama yaşama amacı deyince biraz korkunç geliyor bana. Japonlara göre herkesin bir ikigaisi var, ama onu bulmak zor ve uğraşlı bir süreç olabilir. Ve hatta ikigaini bulman senin ikigain haline gelebilir, buna da tamam diyorlar. Yani ikigai öyle büyük amaçlar, dünyayı kurtarmak falan değil. Kimine göre bahçede geçirilen birkaç saat, kimine göre arkadaşlarla dans edip eğlenmek, kimine göre ailesi ve çocukları olabilir.

Kitap biraz karman çorman şekilde almış olayı, ben kendi adıma ilk olarak kitabın amacını anlamakta zorlandım. Önce dünyanın en uzun yaşayanlarından bahsediyor, uzun yaşamın izini sürüyor; sonra birçok batılı ve doğulu terapistin psikoloji teorilerine yer veriyor, ve bilinen en çok uzun yaşam oranına sahip Okinawa’nın Ogini köyünde yaptıkları araştırmadan bahsediyor. En son olarak da uzun yaşayan insanların ortak noktaları olan beslenme ve egzersiz tavsiyeleri ile bitiriyorlar. Yani uzun ve verimli yaşama konularıyla ilgileniyorsanız bu kitap ilginizi çekecektir kesinlikle.

View_of_Cape_Hedo
Okinawa, Japonya

Aslında kitabın merkezinde uzun yaşam yatıyor, ikigai değil. Ama ikigai uzun yaşamış herkesin ortak noktası. Kelime Japonca olsa da aslında binyıllardır, tüm kültürlerde ve modern psikolojide benzer kavramlar mevcut. Kitap bu nedenle hoşuma gitti; çoğu kavramın girişini veriyor, hangi kitaplara başvuracağımızı belirtiyor ama ayrıntıya girmiyor. Bu konuda beni birçok ilginç konuya yöneltti. Bahsedilen kavramlardan ikisi sizin de ilginizi çekecektir diye düşünüyorum:

Akış Teorisi (Mihaly Csikszentmihalyi):

Csikszentmihalyi (nasıl okunduğu hakkında hiç fikrim yok, bay Ç diyelim kendisine) insanın en mutlu olduğu anları akışta olduğu anlar olarak tanımlıyor (Abraham Maslow da- hani şu ihtiyaçlar piramidinden tanıdığımız- bunu zirve deneyimler olarak tanımlıyordu). Bir eylemi yaparken o eylemin içine öyle giriyorsunuz ki, deyim yerindeyse başka hiçbir şeyi gözünüz görmüyor. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. İşte bu eylemler sizin ikigai’niz. Fakat kanımca bunu insanı uyuşturan pasif aktivitelerden ayırmak lazım (benim hâlâ yaptığım bilgisayar oyunları oynamak, bir oturuşta bir dizinin on bölümünü izlemek gibi). Bunları yaparken de insanın gözü başka bir şey görmüyor ama üretken bir faydası olmadığı gibi insanı aslında amacından çok uzaklara sürüklüyor bu uyuşturan aktiviteler.

Bay Ç bu konuda 25 yılı aşkın çalışmalar yapıyormuş, akış teorisi benim epey ilgimi çekti doğrusu. Akış ve öğrenme üzerine de çok sayıda araştırma var. Konu hakkında daha çok araştırmak isteyenler, yazarın Akış adlı kitabına bakabilir, Türkçe’ye yeni çevrilmiş o da. 2004’teki TED konuşmasını da (Türkçe altyazılı) aşağıda izleyebilirsiniz.

Yaptığı araştırmalardan bence en ilginç olanı ise, yıllar içinde, çok farklı gelir seviyelerinde binlerce insanla yaptığı, ve kazanılan paranın mutluluk seviyesine hiç etki etmediğini bulduğu araştırma. Paranın ve imkânın yokluğu mutluluğu azaltıyor, ama varlığı ya da çokluğu artırmıyor.

Logoterapi:

Victor Frankl, Freud’un memleketlisi de olsa, psikoterapide onun izlediğinden çok farklı bir yola girmiş. Freud psikanaliz ile hastanın geçmişini delik deşik ederken, Frankl ise geleceğe bakıyor. Terapinin ilk sorusu şu: Bugün neden intihar etmedin? Hastalarına bu soruyu sorarak yaşama daha da tutunmalarını sağlıyor. Neden yaşadığını bilirsen kendini iyileştirebilirsin ana mantığı bu akımın.

Frankl’in “Man’s Search For Meaning” adlı kitabının görsel özetini aşağıda bulabilirsiniz (İngilizce). (Bu arada Fight Mediocrity de sevdiğim YouTube kanallarından)

Bu iki yaklaşımın dışında kitapta beslenme, egzersiz (bedeni ve zihni), yoga, stoacılık ve benzeri konularda da giriş bilgileri bulunuyor.

Kitabın sonunda ise yazarlar, ikigaimizi bulmanın tek bir yöntemi olmadığını söylüyor. Ve Okinawalıların (dünyanın en uzun yaşayan insanlarının) söylediği şey, bulmak konusunu da çok kafaya takmamamız. Bizi meşgul tutacak bir şeyler bulmamız ve bizi seven insanlarla vakit geçirmemiz en önemlisi.

Okinawalılardan Uzun Yaşamın On Kuralı:

  1. Aktif kal, emekli olma.
  2. Yavaştan al, acele etme.
  3. Mideni doldurma. Sofradan miden onda sekiz doymuş olarak kalk.
  4. Çevrende iyi arkadaşların olsun.
  5. Hareket et, formda kal.
  6. Gülümse.
  7. Doğayla iç içe ol.
  8. Şükret.
  9. Anda yaşa.
  10. İkigaini takip et. İçinde bir tutku var, günlerine anlam katan. Ne olduğu bilmiyorsan da, senin ikigain, Victor Frankl’ın dediği gibi, onu aramaktır.

 Peki tüm bunların minimalizmle ne alakası var?

Tüm bunlar, bize para kazanma tutkusunun, alışverişin, satın almanın verdiği hazzın aslında gerçek mutluluktan ne kadar uzakta olduğunu gösteriyor. Kitapta dünyanın diğer yerlerinde yaşamış uzun ömürlü insanları da anlatan bir bölüm vardı. 122 yaşında ölen bir Fransız kadın, 120 yaşında sigarayı bırakmış mesela, o da artık gözleri görmediğinden sigarayı ağzına götüremediği için. Bildim bileli sigaraya savaş açmış biri olarak benim için çok ilginç bir örnekti bu. Bana kalırsa insanın hayattan zevk almasının ömrü en çok uzatan şey olduğunu gösteriyor bu örnek.

Röportaj yapılanlardan biri de demiyor ki, şunları satın aldım, evlerim, arabalarım oldu, çok mutluyum. Hepsi dostlarından, sanattan, parayla alınamayacak güzelliklerden bahsediyor.

Benim ikigaim ne?

patrick-fore-381196

Gün içinde en çok heyecanlandığım, yaparken etrafımı unuttuğum ve kendimi kaptırdığım ne var diye düşününce aklıma birden fazla şey geliyor. Fakat ilki, yazmak. Blog yazısı yazmak olsun, ya da bir öykü karakteri yaratmak, veyahut saatlerce dolmakalemle el yazısı çalışmak. Öğretmenlikte de bir akış hali yakalayabiliyorum, ama öğrenci grubu beni doğrudan etkiliyor. Neyse ki yazıdan para kazanmam henüz zor olsa da mesleğimi seviyorum.

Bunun yanında yemek yapmak, yeni yemekler denemek, tatmak, bunlar da beni çok heyecanlandırıyor. İşe gitmediğim zamanlarda rahat üç dört saat yemek yapmakla geçirebiliyorum.

Peki ya sizin ikigainiz ne?

Singapur: İlk İzlenimler

Bir süredir yapmayı düşündüğümüz şeyi, yurtdışında yaşamayı, Koray’ın buradan bir iş teklifi alması sayesinde gerçekleştirdik. Kader bizi evden çok uzaklara, Singapur’a taşıdı. Aklımızda birçok ülke vardı ama itiraf etmeliyim ki Singapur bunların içinde değildi! İş teklifini aldığımızda, ben kendi adıma Singapur’un Güney Asya’da mı yoksa Güney Amerika’da mı olduğunu bile bilmiyordum. Ama araştırdıkça çok sevdim ve ısındım.

d3b61667f6425c04a1f9a7f1944e6d58
Asya kıtasının en batı ucundan, en güneyine…

Singapur, ekvatora 1 derece kuzeyde, Malezya’nın güneyinde küçük bir ada . Büyüklüğü ve nüfusu itibariyle Ankara gibi düşünebilirsiniz. Tek şehirden oluşan, kuralları ve cezalarıyla insanı şaşırtan küçük bir ülke.

Koray bir süredir burada, ama ben geleli henüz bir hafta oldu. İlk defa bir ülkede gezgin gibi geçici olmadığımdan, en az birkaç yıl burada olmayı planladığımızdan, yavaş yavaş, sindire sindire geziyorum her yeri. Önce oturduğumuz semti tanımaya çalışıyorum. İnsanları, doğayı anlamaya çalışıyorum. Japonya’ya giderken hazırlıklıydım, yıllardır Japon kültürünü okuyor, Japonca öğrenmeye çalışıyordum. Fakat Singapur öyle değil. Ne kadar okusam da Singapur beni gerçekten her gün şaşırtmaya devam ediyor. Bu bir hafta içinde etrafı gezmekten çok yerleşmeye çalışsam da, ilk günlerimin de bir notunu düşmek istedim.

İnsandan Önce Doğa

IMG_5380

Havaalanından eve giden yolda, ilk dikkatimi çeken şey doğanın hakimiyeti oldu. Hani Türkiye’de yapılan her bina, her yol, köprü bize doğa katliamı olarak geri dönüyor ya, burada insan öyle olduğunu hissetmiyor. Onca gökdelenin, kilometrelerce yolun içinde yine de doğanın hâlâ hakim olduğunu hissediyor insan. Balkonundan bitki fışkırmayan bina yok neredeyse. Tüm peyzaj yerel doğa ile uyum içinde. Hatta evden metroya yürürken geçtiğim yolda kaldırım kenarında şöyle bir işaret var:

jurong

Bu bitkileri, kuşlar ve kelebekler göl ile doğa parkı arasında rahatça geçiş yapabilsinler diye ekmişler. Yani betonu dikmişler, ormanı bir bakıma yarmışlar ama, çiçeği böceği de düşünmüşler.

Aynı şekilde bizim Ankara’da apaçi dansının anavatanı olarak bildiğimiz, yeni başkanın yıktırmaya başladığı üst geçitler de burada çiçeklerle bezeli. İstisnasız her üst geçitte çiçek ekilmiş. Hatta gidip baktım gerçek mi diye, o derece sürreal görünüyor bana şu an.

İlgili resim
Ankara’da üst geçit.

üstgeçit
Singapur’da üst geçit.

Üst geçitte yazan da ayrı bir ilginçlik. İklimden dolayı ya aşırı yağmurlu, ya da aşırı güneşli oluyor Singapur. Bu nedenle hükümet de tüm yaya yollarının/kaldırımların üzerine tente yapmayı hedeflemiş. Büyük bir çoğunluğu da bitmiş. Bu nedenle yolda yürürken başıma güneş mi geçecek, yağmur donuma kadar ıslatacak mı derdi yok.

İnsan İçin Hükümet- Peki İnsanlar Kıymetini Biliyor Mu?

Ülke kuruluşundan (daha doğrusu Malezya’dan kopuşundan) beri tek bir parti ezici çoğunlukla hep üstün gelmiş. Daha tabii politikayı anlamama çok var, Türkiye’den sonra bu işlerle ilgilenmek bile içimden gelmiyor gerçi, ama günlük hayatta gördüğüm şey hükümetin insanlar için gerçekten iyi çalıştığı. Toplu taşımanın çok iyi olması zaten harika bir şey. İnsan daha önce sahip olmadığı şeyi burada bulunca gerçekten daha da bir anlıyor kıymetini. Oturduğumuz yer konum itibariyle şehrin biraz dışında, suburb gibi kalıyor, gelir düzeyi de epey iyi, ama çoğu kişinin arabası yok. Düşününce hatta İncek şehir merkezine çok daha yakındı, ama ulaşım konusunda çektiklerimi bilen biliyor. 🙂 Şimdi ise yine şehir gürültüsünden uzak, hatta göl kenarındayız. Ama dakikada bir otobüsümüz, beş dakika uzaklıkta metro istasyonumuz var. Herhalde Ankara’dan gelmesek bu öyle kıymetli gelmezdi bize.

IMG_6606
yine de geldiğimiz yer belli 🙂

Hükümet trafikte olabilecek araba sayısına sınırlama koymuş, öyle kafanıza göre araba alamıyorsunuz. Sıraya falan girmeniz lazım. Hatta Şubat 2018 itibariyle yeni araca izin verilmeyecekmiş. Yine Ankara’yla karşılaştırmam gerekirse, Ankara’nın 5.2m nüfusuna karşılık yaklaşık 2m motorlu taşıt bulunurken, Singapur’un 6m nüfusuna karşılık yaklaşık 1m motorlu taşıt bulunuyor. Buradaki expatlar genelde bu durumdan rahatsızmış, benim ise canıma minnet. Trafik daha iyi, toplu taşıma mis gibi (metroda tabii metrobüsvari durumlar yaşanıyor işe gidiş-çıkış saatlerinde, o zaman mis gibi kokmuyor ama kısmet), bir de bisiklet var. Şehrin neredeyse her yerinde bisiklet kiralama imkanı var. Her yer bisiklet parkı dolu, ama kuraltanımaz vatandaşlar sağolsun neredeyse her köşe başında park etmiş bisiklet bulunuyor. Üzerindeki QR kodunu telefondan okutup kilidini açabiliyorsunuz bisikletin. Sonra telefondaki hesaba yüklediğiniz parayla kullanıp, istediğiniz yerde bırakabiliyorsunuz.

Bunlar da yetmiyormuş gibi her yerde “Yürüyorum çünkü yürümek çok sağlıklı” gibi tabelalar var. Devletin hazırladığı bir sağlık app‘i var, yürüdükçe ve sağlıklı alışveriş yaptıkça puan/indirim kazanıp harcayabiliyorsun (alışveriş ve bedava/indirim/çekiliş nerede, bizim Singapurlular orada). Ben her şeyi düşündüm, sen sadece düzgün yaşa diyorlar resmen.

Tabii bunun yanında deli yasaklar da var, sakız çiğnemek, metroda yiyip içmek, yerlere çöp atmak, çoğu açık kapalı mekanda sigara içmek, sifonu çekmemek, olur olmaz yerde karşıya geçmek yasak. Ama bununla beraber, yerel halkın yere çöp attığını da, kırmızı ışıkta yola atladığını da gördüm ben, bu konuda da Japonlardan çok farklılar (Tokyo’da 90 saniyelik ışıkta etrafta 1 tane bile araba olmamasına rağmen yüzlerce kişiyle beklemiştik, burada direk atlıyorlar araba gelmiyorsa). Ama olay polise giderse cezaları yüksek hepsinin, kimi para, kimi hapis cezası.

Çokdillilik- Çokkültürlülük

Bu küçücük ada ülkesinin 4 tane resmi dili var: İngilizce, Mandarin, Malayca ve Tamil. Nüfusun çoğunluğunu ise Mandarin konuşanlar oluşturuyor, ve hatta suratımdan Asyalı olmadığım belli olmasına rağmen benimle de ilk olarak Mandarin konuşan çok oldu. Anladığım kadarıyla okullar Mandarin-İngilizce ortak öğrettiği için burada yaşayanların çoğu iki dili de konuşabiliyor. Hindistan, Pakistan, Malezya ve Asya dışından gelenlerin sayısı Çinlilere göre çok daha az, ama herkes az çok İngilizce konuşabildiği için işaretler ve etiketler ya hem 4 dilde birden, ya da sadece İngilizce oluyor.

singlish ile ilgili görsel sonucu

Buraya gelmeden önce tam olarak İngilizce konuşulmadığını okumuştum, Singlish denen bir versiyon konuşuluyor burada. Bazen gerçekten de hiç anlamıyorum ne dediklerini. Sanırım çalışmaya başlayınca ve daha çok yerliyle iletişime geçtikçe daha iyi anlayabileceğim. Şimdi düşününce, benimle Çince konuştular diyorum ya, aslında onlar benimle İngilizce konuşmuş ve ben hiçbir kelimesini anlamadığım için Çince zannetmiş olabilirim! Bir de zaten çok kısık sesle konuştukları için bazen gerçekten hiç anlayamıyorum.

Japonlarla bir fark da bu konuşma ve günlük ifadeler konusunda fark ettim. Japonlarda teşekkür ederim, özür dilerim, merhaba gibi ifadeler resmen her an her yerde kullanılıyor. Alışveriş yaparken mesela, ilk girişte hoş geldin, arada elli defa teşekkür, para üstünü sayma şovu ve yine bir teşekkür ve bele kadar eğilme ile uğurlanıyorsunuz Japonya’da. Çoğu ülkede de en azından alışveriş bitince teşekkür faslı oluyor. Burada hiç. Sadece kaç para tuttuğunu söylüyor o kadar (Tabii ben yine kısık sesi duymamış olabilirim, o kadar kredi vereyim adamlara). Dün Japon menşeiili bi milyoncu Daiso’ya gidince daha bi fark ettim bunu (Bu arada global markaların dışında çoğunlukla Avustralya, Japon, Hint ve Malezya markaları var burada). Girince direk Japonya’da gibi oldum, para sayma şovunu ve eğilmeyi görünce de buradakileri özel olarak eğitmişler anladım. 🙂

Alışveriş-Minimalizm

singapore malls ile ilgili görsel sonucu
Alışverişinizi bot yolculuğuyla mı alırsınız yoksa kayak pistiyle mi? Çünkü, neden olmasın?  kaynak

Singapur’un alışveriş merkezi konusunda Ankara’dan aşağı kalır yok. “Everywhere AVM” gerçekten de. Neredeyse her büyük metro istasyonu bir ya da birkaç AVM’ye bağlanıyor. Özellikle hava çok sıcak ya da deli gibi yağmurlu olduğunda (yani her gün) insanlar akın akın dolduruyor buraları. Neyse ki her şey çok pahalı da bizim için pek heveslendirici bir yanı yok. Zaten buradaki evimizi eşyayla doldurmamaya kararlıyız. Burada tam istediğimiz anlamda minimalist bir yaşam sürmeye daha da yaklaştık bu sayede. Zaten sadece bir bavulla gelebiliyorsun, eğer biriktirmeye başlamazsak ekstra bir azaltma yapmamıza gerek yok.

Bir kere ülkede kış mevsimi olmadığı için, buraya gelirken giydiğimiz montlar ve botlar hariç kışlık kıyafetimiz yok. Yazlık kıyafetleri hem yıkaması hem muhafaza etmesi daha kolay. Mutfakta ise, bir tencere, iki tava, dörder tabak/çatal bıçak/bardak/kupa, kepçe vs gereçler,  tost makinesi, blender ve kettle dışında bir şey yok. Bir de canım düdüklü tencerem var, bavul ağırlığından beş kilo götürse de neredeyse her gün kullandığım için getirdim.

Şehrin her yerinde harika kütüphaneler var, henüz keşfedemesem de, elimdeki kitapları bitirdikten sonra İngilizce kitap ihtiyacını buralardan karşılarım diye düşünüyorum. Türkçe kitaplar içinse artık yeni alım yapmayıp elimdekileri bitirince temelli e-kitaba geçiş yapmayı düşünüyorum artık. Oradan oraya kilolarca ağırlığı taşımanın gerçekten anlamı yok. Tabii defterlerim ve kalemlerim için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Onlar ben oldukça benimle sürünmeye devam edecekler büyük ihtimalle.

Şimdilik benden bu kadar. Çalışmaya başlayınca bu ilk izlenimler epey bir değişecek gibi hissediyorum, göreceğiz bakalım. Takipte kalınız. 🙂

2018’in kelimesi: yaşa!

2017’nin kelimesi “yaz” idi. Benim için her anlamda yazı ile dolu bir sene oldu gerçekten. İlk olarak yaratıcı yazarlık atölyesinde öyküler yazdım, daha da önemlisi benim gibi yazı ve edebiyata ilgi duyan, hepsi içinde bir derya taşıyan arkadaşlar edindim.

2016’nın sonlarına doğru dolmakalemlere ilgim başlamıştı, 2017’de ikisi vintage, ikisi de ikinci el olmak üzere on kadar kalem, bir o kadar da mürekkep edindim. Saatlerce birleşik, eğik ve düz print yazı stilleri çalıştım. Bu sene sanırım yeni kalem almam; ama elyazısı artık günlük hayatımın bir parçası, dolmakalemler ise hayat kalitemi artıran birer nesne haline geldiler.

IMG_0626
2017’nin başları, denemeler devam ediyor. 🙂

Tabii ki bir de minimalist günlük var. Bu bloga başlarken yalnızca sadeleşme ve minimalizmle ilgili yazılar yazmayı kurmuştum kafamda. Fakat beni aslında minimalizme yönlendiren şey bilinçli farkındalık olmuştu (Mindfulness). Bu nedenle bu konularda da epey başınızı ağrıttım 🙂. Hatta bu bloga girip, bir anda türeyen ve kusura bakmasınlar ama, altını doldurmadan; kahve içip kitap okudukları resmi, veyahut kombinlerini paylaşıp heşteg minimalizm heşteg slowlife yazanlardan çok farklı şeyler görenlerin hayal kırıklığına uğradığını da biliyorum. Minimalizm benim için bir amaç değildi, amacıma ulaşmam için başarmam gerekenlerden biriydi aslında. Ve hâlâ yolun başındayım.

Bu arada gezerken de hep yazdım. Japonya’da çantamda defter kalemle dolaştım; gündüzleri dinlenirken, ya da geceleri gözümden uyku akarken olsun yazdım, yazdım… Tokyo’daki ilk günümüzde aldığım defterin dönüş uçağında son sayfasını yazıyordum. Daha önceki küçük, büyük seyahatlerde hep buna başlamış ama bitirememiş; amaaan, dönünce yazarım, unutmam hiçbirini, demiştim. Fakat hiç öyle olmuyor. İnsan fotoğraflara bile baktığında “burası neresiydi yahu?” diyecek kıvama geliyor, çünkü orada zaman kısıtlı olduğu için her şeyi yapmak istiyorsunuz. Yazmak biraz yaşamaya ara vermek gibi gözüküyor ama bence kesinlikle değer. Aynı şeyin hamilelik, doğum gibi özel deneyimlerde de yapılması taraftarıyım, insanın o an yaşadıklarını hatırlaması önemli.

img_6470

Bu senenin kelimesi ise “yaşa” olacak. TDK’nın yaşamak kelimesi için verdiği tam 11 anlam var. Bunlardan benim en önemsediğim, deneyimlemek. Bu sene hayat önüme ne çıkarırsa, nasıl çıkarırsa öyle yaşamaya, deneyimlenmeye niyetliyim.

Şimdiye kadar hep çok şanslı olduğumu düşündüm. Hatta çocukken dünyanın en şanslı insanı olduğumu zannederdim. Hâlâ da biraz öyle zannediyorum galiba, çünkü artık şansın başımıza gelenlerden değil, bizim başımıza gelenlere verdiğimiz anlamlardan ibaret olduğunun farkına vardım. Bu nedenle, daha önce de dediğim gibi, kaderimi seviyorum, iyi ki o benim kaderim; getirdiklerini göğüslemeye hazırım. Hoş hazır olmasam ne yazar… 🙂

Mini Röportaj: Basit ve Mutlu Yaşam

Sevgili Selen Baranoğlu’nun Basit ve Mutlu Yaşam adlı blogunu ve instagram hesabını severek takip ediyorum. Henüz okuyamasam da kendisinin aynı isimde bir kitabı da var. Türkiye’de bu konularda yazan ilk yazarlardan, bu nedenle Selen Hanım’ın yaptıklarını çok önemsiyorum. Beni kırmadı, mini röportaj serimin ikinci konuğu oldu.İlham veren cümleleri bana minimalizmin her şeyden öte özgürlük getirdiğini hatırlattı. 🙂Benim gibi sizin de keyif alarak okumanız dileğiyle..

*not: en beğendiğim kısımları italikleştirdim.

img_6351

Minimalizm yolculuğunuz nasıl başladı?

Minimalizm yolculuğum, bu tüketim toplumunun içinde amaçsızca para harcadığımı fark etmemle başladı, çocuklu hayata geçişle hızlandı ve tüm hayatıma yayıldı.

Ebeveyn olmanızın yolculuğunuzdaki etkisi nasıl oldu?

Ebeveyn olduktan sonra hayatımda nelerin önemli ve öncelikli olduğunu daha iyi kavradım. Eşyadan çok deneyime önem vermem gerektiğini biraz da çocuklar sayesinde öğrendim.

Eşyaları atma ya da tutma konusundaki kriteriniz nedir?

Kural basit. İşlevini yitirmiş, bana keyif vermeyen, kullanmadığım şeyleri daha sonra kullanırım diye elimde tutmaktansa, hayatımdan çıkartıyorum. Elimde tutuklarım için ise kriterim “Az olsun öz olsun”.

Azalttıktan sonra hayatınızda ne gibi değişiklikler yaşadınız?

Beni asıl yoran şeylerin fazlalıklar olduğunu fark ettim. Hayatım basitleşti ve istediğim şeylere zaman ayırabildiğimi gördüm.

Aile üyeleriniz ve arkadaşlarınız da bu değişimin bir parçası oldular mı?

Az eşya evdeki herkes için daha fazla alan, daha fazla özgürlük demek, özellikle de çocuklar için. Bu konuda herkes durumdan memnun. Arkadaşlarım konusu ise benim çok dışımda; herkes kendi önceliklerine göre yaşar ve tercih yapar. İlham alıp sadeleşenler mutlaka var ama.

Azaltma sürecinde en kolay ve en zor kurtulduğunuz şeyler nelerdi? Yeni başlayanlara ilk hangi kategoriyi önerirsiniz?

Giysi dolaplarıyla başlamalarını öneririm. Ben de öyle yaptım. En kolay mutfak, en zor ise çocuk odası oldu benim için.

 

“Atamayacağım kadar değerli” dediğiniz bir obje var mı?

Photo:unsplash
unsplash.com

Elbette var. Hem de çok var. Minimal yaşamak her şeyi atabilecek durumda olmak demek değil ki. Kıymetini ve önemini bildikten sonra eski eşyaların da yeri var hayatımda. Bir kutum var mesela, dededen kalma fotoğraf makinesi de var içinde, anneanneden kalma kolye de. Ama bunların sınırını bilmek gerekli. Aile yadigarı her şeyi de evimde tutmuyorum elbette.

“Ben azaltmaya başlarken keşke bunu bilseydim” dediğiniz bir ipucu/öneri var mı?

Keşkem yok çünkü kendi yolumda giderken yaşadığım her şey bana bu yolculukta bir şey öğretti.

Okuma ya da web sitesi önerileriniz?

Leo Babauta ve bemorewithless.com.

Vazgeç: Bir Basitleşme Manifestosu (Çeviri)

Yazar: LEO BABAUTA

Hayatlarımız, yapmamız gerektiğini düşündüğümüz şeylerle doluyor, hatta onlar tarafından kontrol ediliyor.

 

Onlarsız yapamayacağımızı düşünsek de, yapabiliriz.

 

Vazgeçebiliriz.

 

Hayatlarımızın ne kadar kalabalıklaştığını düşünün. Dikkatimizin nasıl dağıldığını düşünün. Gereksiz yere dikkatimizi çeken, zamanımıza, paramıza, akıl sağlığımıza mal olan şeyleri…

 

Bunların bize hükmetmesine izin vermiş olabiliriz, ama aslında seçim bize ait. Bilinçli olabiliriz, daha azını yapmayı, tüketmeyi, ve daha azına ihtiyaç duymayı seçebiliriz.

 

Hayatımızı basitleştirmenin en basit yolu, basitçe vazgeçmek.

 

Bazı örnekler vereceğim, tabii bunların hepsinin kötü olduğunu düşünmüyorum. Fakat sizi bunları yeniden düşünmeye çağırıyorum:

 

Facebook & Instagram. Tabii akla ilk onlar geliyor, fakat gerçekten de, düşüncelerimizin ve bilincimizin büyük kısmını kaplıyorlar. Günde kaç kez kontrol ediyoruz belli değil, ve bitmeyen bir akış var orada. Bir de reklamlar. Online aktivitemizin sürekli takip edilmesi de cabası. Gözle görülür bir faydası da yok hani. Ben Facebook’da yıllardır yokum ve bir şey kaçırıyormuşum gibi gelmiyor. Twitter’da varım, ama çok nadir bakıyorum, telefonumda da yok zaten.

 

Reklamlar. Reklamların varlığının farkında bile değiliz çoğu zaman, fakat her deneyimin içine ediyor resmen reklamlar. Reklam izlemeyi bırakın. Bloklayın. Reklamla desteklenen projelerin içine girmeyin.

 

Email. Her gün e-mail’i kullanıyorum, ve karşı değilim tabii e-mail’e. Fakat çoğumuz gelen kutusunu gün içinde sıkça kontrol ediyor, ve hemen cevap göndermeliyiz gibi hissediyoruz.

 

Bu daha önemli işlerimizi yarıda kesiyor, ve bilinçli bir şekilde ne yapacağımızı seçmek yerine hemen cevap veriyoruz.

Vazgeç: İş gününün büyük çoğunluğunda e-mail’ini kontrol etme. İnsanlara ne zaman kontrol edeceğini söyle (Bunu arkadaşım Jesse’den ilhamla söylüyorum, kendisi e-mail’ini yalnızca Cuma öğleden sonra kontrol ediyor).

 

Tüm online okumalar. Ben de herkes kadar suçluyum – yapmak istemediklerimi ertelerken en sevdiğim sayfaları ziyaret ediyorum, ve bazen bir saat boyunca ilginç şeyleri okurken kayboluyorum. Bazıları haber okur, bazıları Reddit, bazıları blog. O kadar zaman kaybediyoruz ki bununla, düşünsenize o kadar zamanımız varken neler yapabiliriz!

Vazgeç: O girdiğin siteleri blokla. Canın ziyaret etmek istediğinde kendine dön, kaçmak istediğin işlerle yüzleş.

 

Alışveriş. Çoğu kişi için, online alışveriş bir kaçış. Seksi kıyafetlerin, çantaların, ayakkabıların, elektronik eşyaların cazibesine hepimiz kapılıyoruz. Bu okyanusun sonu yok. Zamanımızı yiyor, yanında paramızı da (paramız aslında onu kazanırken harcadığımız zamanı da sembolize etmekte). Bunu bıraksak ne olur düşünsenize! Emekliliğimizi, seyahatlerimizi daha kolay gerçekleştirebilir, daha az çalışabilir ya da harika bir yatırım yapabiliriz.

Vazgeç: Kendine ihtiyaç dışı alışveriş yapmamak için 1 aylık süre koy. Ya da 3 ay. Eşyalarını azalt, ve yeni şeyler alma kendine. İhtiyacın olandan çok çok fazlasına zaten sahipsin.

 

Yeni yıl (noel) hediyeleri. Yeni yılı hep hediye alıp vermekle özdeşleştiriyoruz ama öyle olmak zorunda değil. Herkes yapıyor diye biz de yapıyoruz, ki bu çok büyük problem — resmen bilinçsiz bir şekilde bize verilen kalıpların içinde yaşıyoruz.

Vazgeç: Yeni yılı kutlamak için hediye alma. Ailenle önceden konuş, kutlamak için daha güzel bir gelenek bulun. Beraber yeni yıl kurabiyeleri yapın, puzzle yapın, macera yaşayabileceğiniz bir yere gidin, birbirinize hikayeler anlatın.

 

Okul. Okul kötü demiyorum, iki çocuğum okula gittiler ve harika insanlar. Fakat herkes yapıyor diye çocuğumuzu okula göndermek zorunda değiliz. Başka seçenekler de var, hepsini göz önünde bulundurmak daha makul. Okul iyi bir seçenek olabilir ama hiç de gerekli değil kanımca.

Vazgeç: Okulsuzlaşmayı göz önünde bulundur. Biz dört çocuğumuzu okulsuzlaştırdık, ve harikalar. Yaratıcı projeler yapıyorlar, öğrenme sınıfla sınırlı değil, kendi motive oldukları yönde öğreniyorlar.

 

9- 5 işi. Yıllarca bir iş yerinde çalıştım, ve çoğu insanın harika ve tatminkar meslekleri olduğunu bilsem de ben onlardan değildim. İş benim ruhumu emiyordu. Bir işe sahip olmak yanlış değil, ama yine söylüyorum, herkes yapıyor diye, ya da akıntıya karşı kürek çekmekten korktuğunuz için yapmayın.

Vazgeç: Kendi işini yarat. Hayatını öyle küçült ki çok fazla ihtiyacın olmasın, böylece hem seyahat edebilir hem de freelance işlerle para kazanabilirsin. Binlerce seçenek mevcut.

 

Et, süt ve yumurta endüstrileri. Bana şimdi garip gelse de, hayatımın büyük bölümünü, öyle büyüdüm ve öyle gördüm diye, hayvan ürünleri tüketerek geçirdim. Normal olan buydu, yememek garip kaçacaktı. Fakat vegan olalı yıllar oldu ve şimdi de sevdiğimiz hayvanların bedenini yemek garip geliyor.

Vazgeç: Daha şefkatli bir beslenme şekli mümkün. Garip gelebilir ama çabuk alışıyorsun. 7 gün vegan challenge ile başlayabilirsin bu işe.

 

Kişisel gelişim. Hep sanki kendimizi geliştirmeliyiz algısına sahibiz, fakat aslında, olduğumuz gibi harikayız. Yalnızca bunu görmemiz gerekiyor.

Vazgeç: Kişisel gelişimi çöpe at, onun yerine bilinçli farkındalık ile tanış.

 

Bunlar yalnızca birkaç fikir. Hepsinden, ya da hiçbirinden vazgeçmek zorunda değilsiniz. Kendi yolunuzu bulun, bunlar yalnızca üzerine düşünmeniz için.

 

Basit Hayatı Yaşamak

Ee, peki sosyal medya ve internet bağımlılığımızdan, alışverişten, reklamlardan, birçok insanın yaşadığı hayat tarzından vazgeçince elimizde ne kaldı?

 

Tuhaf bir tip olduk! Hem de en harika şekilde.

 

Ciddi olmak gerekirse, normlardan vazgeçtik. Artık önümüz açıldı. İhtimaller sonsuz.

 

Bir sabah uyandığınızı, ve her şeyi yapabilecek kadar özgür olduğunuzu düşünün. Sahip olduğunuz her şeyi satıp sırt çantanızla dünyayı gezebilirsiniz. Küçük bir bütçeyle bir iş kurabilir, anlamlı bir şey inşa edebilirsiniz. Daha çok okuyabilir, yürüyüş yapabilir, bisiklete binebilir, yeni insanlarla tanışabilir, uzun zamandır yazmak istediğiniz o kitabı sonunda yazabilirsiniz. Yeni bir dil öğrenebilir, resim yapabilir, dans edebilirsiniz.

 

Ya da en iyisi hiç bir şey yapmayın. Oturun. Dünyadan memnun halde, öyle olduğu halde.

 

Olay hayattan vazgeçmek değil. Olay hayatın, inanmaya cesaret ettiğimizden bile daha fazlası olduğunu görmek.

Çift Yarık Deneyi ve Gözlemcinin Hayatımıza Etkisi

31 Aralık sabahı İzmir’de ailemin evinde uyandığımda, kardeşim Sicim Teorisi ile ilgili bir video seyrediyordu, sonra da bana Çift Yarık Deneyi’ni anlattı. Schrödinger’in kedisi gibi oldukça popüler olan birkaç deneyden haberim varsa da, genelde bilim cahiliyimdir. Çift Yarık Deneyi’ni duymamıştım. Siz de duymadıysanız şöyle bir şey:

 

Kısaca, deneye gözlemci eklendiğinde elektronların davranışı değişiyor. Başta gülünç ve kabullenmesi zor gibi görünüyor ama, düşününce tüm hayat aslında yalnızca bir gözlemden ibaret. Çoğu dinin tasavvufunda, “biz yaratıcı bizi gözlemliyor diye varız” görüşü yatıyor. Edebiyat ve efsanelere de çok konu olmuş, hep insanlığın kafasını karıştırmış bu gözlemlenme işi. Aklıma gelen birkaç örnek:

Eye_of_Horus_Right.svg
Her şeyi gören göz, Horus’un gözü, Mısır Mitolojisi.

Sauron_eye_barad_dur
Yüzüklerin Efendisi’nde, her şeyi gören, izlendiğini anlayan insana korku salan, bu şekilde kitleleri kontrol edebilen Sauron’un gözü.

71dEzlRIFLL._SL1001_
ve tabii ki, 1984’ten, Büyük Birader Seni İzliyor.

Tüm evren yalnızca gözlemden ibaretse, gözlemlenmesen zaten olmazdın anlamına geliyor bir bakıma. Fakat her an gözlemlendiğin için de, bu gerçek sen misin, yoksa değil misin bilemiyorsun. Bu sosyoloji ve antropolojide de çok konuşulur: aslında hiçbir araştırmanın gerçeği yansıtmadığı, çünkü gözlemlendiğini düşünen insanların normalden farklı davrandıklarından bahsedilir. Fakat hep gözlem halinde olan kişi normal hallerini nasıl bilebilir, ki bunun yapmacık olduğunu anlasın?

Misafir gelmeden önce temizlik yapmak mesela. Normalde ortalama temizlikte bir insan olsam da, misafir olmasa farkında olmayacağım şeyler, misafir gelecekse gözüme batmaya başlıyor. Çoğumuzda oluyordur, misafir tam kapıyı çalar, ve sen ortalıkta düzeni bozan bir şeyi fark edersin. Onu alır bir yere sokuşturursun. Evi kimse ziyaret etmese, o obje belki haftalarca duracaktı orada.

Ya da bugün the minimalists‘in podcast’inde küçük bir şey aklıma takıldı, ofiste pijama günü diye bir şeyden bahsediyorlardı. Bir an düşündüm, neden pijama, pantolon, takım elbise gibi farklı farklı giysilere ihtiyaç duyuyoruz ki? Hepsi gözlemci yüzünden.

The Last Man on Earth adlı dizide de, bir virüs ana karakterimiz dışındaki herkesi öldürüyor. O da, her seferinde başka birinin arabasını alarak, istediği evde yaşıyor, istediğini yiyip içiyor, istediği gibi davranabiliyor. Ahlak diye bir şey yok, çünkü ortada bir gözlemci kalmamış.

Ben de bu satırları buraya değil, kimsenin okumayacağı bir deftere ya da bir bilgisayar dökümanına yazabilirdim. Ama gözlemciyi önemsiyorum ben de herkes gibi. Kimseye okutmayacağım şeyler de yazıyorum zaman zaman, ama nihayetinde yazdıklarım okunsun, okuyanların hayatına biraz da olsun değer katsın da istiyorum. Muhtemelen egom beğenilmek de istiyordur, takdir edilmek falan filan. Okuyacak kimse olmasa acaba yazar mıydım? Neticesinde Robinson Crusoe bile, okunmak için yazmıştı.

Gözlemciden kaçmak geçmişte de mümkün değildi, şimdi ise sosyal medya sayesinde hepimizin birbirimizin Big Brother’ı olduğumuzu düşünürsek, 21. yüzyılda hiç mi hiç mümkün değil. Bir yandan da seviyor gibiyiz bu yargılayıcı gözlemcilerimizi. Baksana, durmadan yazıyor, fotoğraflar paylaşıyor, fikrimizi beyan ediyoruz. Eskiden yalnızca hükümdarlar renkli, süslü giyinirmiş. Çünkü izlenmeye değer yalnızca onların yaşamlarıymış. Bizim ise insanlık tarihinin hiç görmediği şiddette bir gözlemciyle aşk yaşama durumumuz var. Peki onu nasıl kullanalım ki, bizi olduğumuz kişiden uzaklara sürüklemesin, tersine bizim gelişmemize hizmet etsin? 2018’e böyle düşüncelerle başladım, sanırım bir süre de zihnimi meşgul edecek.